Bir köyde bir zamanlar aynı isme sahip iki adam yaşarmış. İkisinin de adı Claus’muş. Biri dört at sahibiymiş, diğeri ise sadece bir atı varmış. Bu yüzden onları ayırt etmek için dört atı olana “Büyük Claus” ve sadece bir atı olana “Küçük Claus” diyorlarmış. Şimdi onların başına gelenleri dinleyeceğiz, çünkü bu gerçek bir hikâye.
Haftanın bütün günleri boyunca Küçük Claus, Büyük Claus için tarla sürmek ve tek atını ona ödünç vermek zorundaymış. Haftada bir kez, pazar günleri, Büyük Claus ona dört atını birden ödünç verirmiş. O gün Küçük Claus, kırbacını şaklatıp beş atın üzerinde gezdirirmiş; o gün için hepsi onunmuş gibi hissedermiş.
Güneş parlak bir şekilde parlıyor, kilise çanları neşeyle çalıyormuş. İnsanlar en güzel kıyafetlerini giymiş, kollarının altında dua kitaplarıyla geçip gidiyorlarmış. Papazın vaazını dinlemeye gidiyorlarmış. Küçük Claus’u beş atıyla tarla sürerken görüyorlarmış. Küçük Claus o kadar gururluymuş ki kırbacını şaklatıp, “Hadi bakalım, benim beş atım!” diye bağırıyormuş.
“Öyle söylememelisin,” demiş Büyük Claus. “Çünkü sadece biri sana ait.”
Ama Küçük Claus çok geçmeden ne söylemesi gerektiğini unutmuş. Yanından biri geçtiğinde yine, “Hadi bakalım, benim beş atım!” diye sesleniyormuş.
“Şimdi sana bir daha öyle söylememeni rica ediyorum,” demiş Büyük Claus. “Eğer bir daha söylersen, atının kafasına vururum, o anda ölür ve bu iş biter.”
“Bir daha söylemeyeceğime söz veriyorum,” demiş Küçük Claus. Ama insanlar yanından geçip ona başlarını sallayarak “Günaydın” dediklerinde çok mutlu olmuş ve tarlasında beş atın sürmesinin ne kadar harika göründüğünü düşünerek yine bağırmış, “Hadi bakalım, bütün atlarım!”
“Ben sana atlarını hızlandırırım!” demiş Büyük Claus. Bir çekiç kapmış ve Küçük Claus’un tek atının kafasına vurmuş. At anında yere yığılıp ölmüş.
“Ah, artık hiç atım kalmadı,” diye ağlamış Küçük Claus.
Ama bir süre sonra ölen atın derisini yüzmüş ve kurusun diye rüzgâra asmış. Sonra kuru deriyi bir çuvala koymuş, çuvalı omzuna atmış ve atın derisini satmak için komşu kasabaya doğru yola çıkmış.
Gideceği yol çok uzunmuş ve karanlık, kasvetli bir ormandan geçmesi gerekiyormuş. Birden bir fırtına çıkmış, yolunu kaybetmiş. Doğru yolu bulmadan önce akşam olmuş. Kasabaya varmak hâlâ çok uzakmış, gece olmadan eve dönmek de imkânsızmış.
Yolun yakınında büyük bir çiftlik evi varmış. Pencerelerin dışındaki kepenkler kapalıymış ama üstteki çatlaklardan ışık sızıyormuş. “Belki burada gece kalmama izin verirler,” diye düşünmüş Küçük Claus. Kapıya gidip vurmuş.
Çiftçinin karısı kapıyı açmış. Ama Küçük Claus’un ne istediğini duyunca, “Git buradan,” demiş. “Kocam yabancılara izin vermez.” “O zaman dışarıda yatmak zorunda kalacağım,” diye kendi kendine mırıldanmış Küçük Claus. Kadın kapıyı yüzüne kapatmış.
Çiftlik evinin yakınında büyük bir saman yığını varmış. Saman yığınının ve evin arasında, saman çatılı küçük bir sundurma duruyormuş. “Orada yatabilirim,” demiş Küçük Claus, çatıyı görünce. “Harika bir yatak olur, ama umarım leylek aşağı inip bacaklarımı ısırmaz.” Çünkü çatıda bir leylek yuvası varmış ve canlı bir leylek duruyormuş.
Böylece Küçük Claus, sundurmanın çatısına tırmanmış. Rahat bir pozisyon bulmaya çalışırken, çiftlik evinin pencerelerinin üst kısmına kadar kapanmadığını fark etmiş. Kapalı ahşap kepenkler yukarıya kadar ulaşmıyormuş. Böylece içerideki odayı görebiliyormuş. Odada büyük bir masa varmış, üzerinde şarap, kızarmış et ve harika bir balık duruyormuş.
Çiftçinin karısı ve kilise görevlisi masada birlikte oturuyormuş. Kadın, adamın bardağını dolduruyor ve en sevdiği yemek olan balıktan bolca ikram ediyormuş. “Keşke ben de biraz alabilsem,” diye düşünmüş Küçük Claus. Boynunu pencereye doğru uzatırken büyük ve güzel bir turta görmüş. Gerçekten de önlerinde muhteşem bir ziyafet varmış.
Tam o sırada yoldan birinin çiftlik evine doğru geldiğini duymuş. Gelen, eve dönen çiftçiymiş. İyi bir adammış ama çok tuhaf bir ön yargısı varmış: Kilise görevlilerini görmekten hiç hoşlanmazmış. Eğer birini görürse çok öfkelenirmiş.
Bu yüzden kilise görevlisi, çiftçi evde yokken kadını ziyarete gelmiş. İyi kalpli kadın da evdeki en güzel yiyecekleri önüne sermiş. Çiftçinin geldiğini duyunca korkmuş ve kilise görevlisinden odadaki büyük, boş bir sandığın içine saklanmasını rica etmiş.
Adam öyle yapmış, çünkü çiftçinin kilise görevlilerini görmekten nefret ettiğini biliyormuş. Kadın hemen şarabı kaldırmış ve diğer güzel yiyecekleri fırına saklamış. Eğer kocası bunları görse, neden çıkarıldıklarını sorarmış.
“Ah, vah,” diye iç çekmiş Küçük Claus, sundurmanın tepesinden bütün güzel yiyeceklerin ortadan kaybolduğunu görünce.
“Orada biri mi var?” diye sormuş çiftçi, yukarı bakarak Küçük Claus’u fark etmiş. “Neden orada yatıyorsun? İndir kendini, benimle eve gel.”
Böylece Küçük Claus aşağı inmiş ve çiftçiye yolunu kaybettiğini, gece kalmak için bir yer aradığını anlatmış.
“Peki,” demiş çiftçi. “Ama önce bir şeyler yemeliyiz.”
Kadın ikisini de çok nazikçe karşılamış, büyük masaya örtü sermiş ve önlerine bir tabak lapa koymuş. Çiftçi çok açmış ve lapasını iştahla yemiş. Ama Küçük Claus, fırında olduğunu bildiği güzel kızarmış eti, balığı ve turtaları düşünmeden edemiyormuş.
Masanın altında, ayaklarının dibinde, at derisini koyduğu çuval duruyormuş. Bu deriyi komşu kasabada satmayı planlıyormuş. Küçük Claus lapayı hiç sevmediği için masanın altındaki çuvala ayağıyla basmış. Kuru deri oldukça yüksek sesle gıcırdamış.
“Sus!” demiş Küçük Claus çuvalına, aynı anda tekrar basarak daha yüksek sesle gıcırdatmış.
“Hey! Çuvalında ne var?” diye sormuş çiftçi.
“Ah, bu bir sihirbaz,” demiş Küçük Claus. “Ve diyor ki, lapa yememize gerek yok, çünkü fırını kızarmış et, balık ve turtayla doldurdu.”
“Harika!” diye bağırmış çiftçi, hemen kalkıp fırının kapağını açmış. Orada, karısının sakladığı tüm güzel yiyecekler duruyormuş. Çiftçi, bunların masanın altındaki sihirbaz tarafından büyülendiğini sanmış.
Kadın hiçbir şey diyememiş. Yiyecekleri önlerine koymuş ve ikisi de balıktan, etten ve pastadan yemiş.
Sonra Küçük Claus çuvalına tekrar basmış, çuval yine gıcırdamış. “Şimdi ne diyor?” diye sormuş çiftçi.
“Diyor ki,” demiş Küçük Claus, “fırının köşesinde bizim için üç şişe şarap var.”
Böylece kadın, sakladığı şarabı da çıkarmak zorunda kalmış. Çiftçi şarabı içmiş ve oldukça neşelenmiş. Küçük Claus’un çuvalında taşıdığı böyle bir sihirbazı çok istemiş.
“Bu sihirbaz şeytanı çağırabilir mi?” diye sormuş çiftçi. “Şimdi çok neşeliyken onu görmek isterim.”
“Ah, evet!” demiş Küçük Claus. “Benim sihirbazım ne istersem yapabilir, değil mi?” diye sormuş, aynı anda çuvala basarak gıcırdatmış. “Duyuyor musun? ‘Evet’ diyor, ama onu görmekten hoşlanmayacağımızdan korkuyor.”
“Ah, ben korkmam. Nasıl görünüyor?”
“Şey, tıpkı bir kilise görevlisine benziyor.”
“Ha!” demiş çiftçi. “O zaman çirkin olmalı. Biliyor musun, kilise görevlilerini görmekten hiç hoşlanmam. Ama sorun değil, kim olduğunu bileceğim, o yüzden rahatsız olmam. Hadi, cesaretimi topladım, ama bana çok yaklaşmasın.”
“Dur, sihirbaza sormam lazım,” demiş Küçük Claus. Çuvala basmış ve kulağını eğip dinliyormuş gibi yapmış.
“Ne diyor?”
“Diyor ki, köşedeki büyük sandığı açmalısın, şeytanı içinde büzülmüş halde göreceksin. Ama kapağı sıkı tutmalısın ki dışarı kaçmasın.”
“Kapağı tutmama yardım eder misin?” demiş çiftçi, karısının kilise görevlisini sakladığı sandığa doğru yürümüş. Görevli içeride çok korkmuş halde yatıyormuş.
Çiftçi kapağı hafifçe açmış ve içeri bakmış.
“Ah!” diye bağırmış, geri sıçrayarak. “Onu gördüm, tıpkı bizim kilise görevlimize benziyor. Ne kadar korkunç!”
Bundan sonra tekrar içmek zorunda kalmış. Oturmuşlar ve gece geç saatlere kadar içmişler.
“Bu sihirbazı bana satmalısın,” demiş çiftçi. “Ne istersen iste, öderim. Hatta sana hemen bir çuval dolusu altın veririm.”
“Hayır, gerçekten yapamam,” demiş Küçük Claus. “Düşünsene, bu sihirbazdan ne kadar kâr elde edebilirim.”
“Ama ben onu almak istiyorum,” demiş çiftçi, ısrar etmeye devam ederek.
“Peki,” demiş Küçük Claus sonunda. “Bana gece kalmam için yer verdiğin için çok iyisin, seni reddetmeyeceğim. Bir çuval dolusu para karşılığında sihirbazı alabilirsin, ama tam dolu olmalı.”
“Öyle olacak,” demiş çiftçi. “Ama sandığı da götürmelisin. Evimde bir saat daha durmasını istemem. Hâlâ içinde olabilir, kim bilir.”
Böylece Küçük Claus, çiftçiye kuru at derisini koyduğu çuvalı vermiş ve karşılığında tam dolu bir çuval para almış. Çiftçi ona sandığı ve altını taşımak için bir el arabası da vermiş.
“Hoşça kal,” demiş Küçük Claus, parası ve içinde kilise görevlisinin hâlâ saklı olduğu büyük sandıkla birlikte yola çıkmış.
Ormanın bir tarafında geniş ve derin bir nehir varmış. Su öyle hızlı akıyormuş ki çok az kişi akıntıya karşı yüzebilirmiş. Yeni bir köprü yapılmışmış bu nehrin üzerine. Küçük Claus köprünün ortasında durmuş ve kilise görevlisinin duyabileceği kadar yüksek sesle konuşmuş: “Şimdi bu aptal sandıkla ne yapacağım? Sanki taş doluymuş gibi ağır. Daha fazla yuvarlarsam yorulacağım. En iyisi nehre atayım. Eğer evime kadar yüzerse, ne güzel. Yüzmezse de çok önemli değil.”
Sandığı eline almış ve suya atmak üzereymiş gibi biraz kaldırmış.
“Hayır, bırak!” diye bağırmış sandığın içindeki kilise görevlisi. “Önce beni çıkar!”
“Ah,” diye haykırmış Küçük Claus, korkmuş gibi yaparak. “Hâlâ içeride mi? Onu nehre atmalıyım ki boğulsun.”
“Ah, hayır! Hayır!” diye bağırmış kilise görevlisi. “Beni bırakırsan sana bir çuval dolusu para veririm.”
“Eh, bu başka bir mesele,” demiş Küçük Claus ve sandığı açmış.
Kilise görevlisi hemen dışarı çıkmış, boş sandığı suya itmiş ve evine gitmiş. Sonra Küçük Claus’a bir çuval dolusu altın ölçmüş. Küçük Claus zaten çiftçiden bir çuval almışmış, şimdi bir el arabası dolusu altını varmış.
“Atım için iyi bir ödeme aldım,” diye düşünmüş Küçük Claus eve vardığında. Kendi odasına girmiş ve tüm parasını yere yığmış. “Büyük Claus, tek atım sayesinde ne kadar zengin olduğumu öğrenirse çok kızacak. Ama ona nasıl olduğunu tam olarak anlatmayacağım.”
Sonra bir çocuğu Büyük Claus’a gönderip bir çuval ölçüsü ödünç istemiş.
“Bunu ne için istiyor?” diye düşünmüş Büyük Claus. Ölçünün dibine katran sürmüş ki içine ne konursa birazı yapışıp kalsın. Ve öyle de olmuş. Ölçü geri geldiğinde dibinde üç yeni gümüş florin yapışmış kalmış.
“Bu ne anlama geliyor?” demiş Büyük Claus. Hemen Küçük Claus’a koşmuş ve sormuş: “Bu kadar parayı nereden buldun?”
“Ah, atımın derisi için,” demiş Küçük Claus. “Dün sattım.”
“Gerçekten iyi bir ödeme almışsın,” demiş Büyük Claus. Hemen eve koşmuş, bir balta almış ve dört atının da kafasına vurmuş. Derilerini yüzmüş ve satmak için kasabaya götürmüş.
“Deriler, deriler, kim deri alır?” diye bağırmış sokaklarda dolaşırken. Tüm ayakkabıcılar ve tabakçılar koşup gelmiş ve fiyatını sormuş.
“Her biri için bir çuval para,” demiş Büyük Claus.
“Deli misin?” diye bağırmış hepsi. “Paramızı çuvalla harcayacak kadar zengin mi sanıyorsun?”
“Deriler, deriler,” diye tekrar bağırmış. Fiyat soran herkese cevabı aynıymış: “Bir çuval para.”
“Bizi aptal yerine koyuyor,” demişler. Sonra ayakkabıcılar kayışlarını, tabakçılar deri önlüklerini almış ve Büyük Claus’u dövmeye başlamış.
“Deriler, deriler!” diye alay etmişler. “Evet, derini morartana kadar döveceğiz.”
“Onu kasabadan kovun,” demişler. Büyük Claus olabildiğince hızlı kaçmak zorunda kalmış. Hayatında hiç bu kadar kötü dayak yememişmiş.
“Ah,” demiş eve vardığında. “Bunun bedelini Küçük Claus ödeyecek. Onu döverek öldüreceğim.”
Bu arada Küçük Claus’un yaşlı büyükannesi ölmüş. Kadın ona karşı huysuz, kaba ve gerçekten kötüymüş. Ama Küçük Claus çok üzülmüş, ölen kadını almış ve onu yeniden canlandırabilir mi diye sıcak yatağına yatırmış.
Kadının bütün gece orada yatmasına karar vermiş. Kendisi ise daha önce sık sık yaptığı gibi odanın köşesinde bir sandalyeye oturmuş.
Gece boyunca otururken kapı açılmış ve Büyük Claus elinde bir baltayla içeri girmiş. Küçük Claus’un yatağının nerede olduğunu biliyormuş. Doğruca yatağa gitmiş ve Küçük Claus sandığı için yaşlı büyükannenin kafasına vurmuş.
“İşte,” diye bağırmış. “Artık beni bir daha aptal yerine koyamazsın.” Sonra eve gitmiş.
“Bu çok kötü bir adam,” diye düşünmüş Küçük Claus. “Beni öldürmek istedi. İyi ki yaşlı büyükannem zaten ölmüştü, yoksa hayatını alırdı.”
Sonra yaşlı büyükannesini en güzel kıyafetleriyle giydirmiş, komşusundan bir at ödünç almış ve arabaya bağlamış. Yaşlı kadını arabanın arka koltuğuna yerleştirmiş ki sürerken düşmesin. Ormanın içinden geçerek yola koyulmuş.
Gün doğarken büyük bir hana varmışlar. Küçük Claus durmuş ve bir şeyler yemek için içeri girmiş. Hanın sahibi zengin ve iyi bir adammış ama biber ve enfiyeden yapılmış gibi çok öfkeli biriymiş.
“Günaydın,” demiş Küçük Claus’a. “Bugün erken gelmişsin.”
“Evet,” demiş Küçük Claus. “Yaşlı büyükannemle kasabaya gidiyorum. Arabanın arkasında oturuyor ama onu içeriye getiremem. Ona bir bardak bal şerbeti götürür müsün? Ama çok yüksek sesle konuşmalısın, çünkü iyi duymuyor.”
“Tabii ki götürürüm,” demiş hancı. Bir bardak bal şerbeti doldurmuş ve arabada dimdik oturan ölü büyükannenin yanına götürmüş.
“Torununuzdan bir bardak bal şerbeti,” demiş hancı. Ölü kadın tek kelime cevap vermemiş, hareketsiz oturuyormuş.
“Duymuyor musun?” diye bağırmış hancı olabildiğince yüksek sesle. “Torununuzdan bir bardak bal şerbeti!”
Tekrar tekrar bağırmış ama kadın hâlâ kıpırdamayınca öfkelenmiş ve şerbet bardağını kadının yüzüne fırlatmış. Bardak kadının burnuna çarpmış ve kadın arabadan geriye düşmüş, çünkü sadece oturuyormuş, bağlanmamışmış.
“Hey!” diye bağırmış Küçük Claus, kapıdan dışarı fırlayarak hancının boğazını yakalamış. “Büyükannemi öldürdün! Bak, alnında büyük bir delik var.”
“Ah, ne kadar talihsizim,” demiş hancı, ellerini ovuşturarak. “Bu hep benim ateşli mizacım yüzünden. Sevgili Küçük Claus, sana bir çuval dolusu para vereceğim. Büyükanneni kendi annemmiş gibi gömeceğim. Ama sessiz kal, yoksa kafamı keserler, bu da hoş olmaz.”
Böylece Küçük Claus bir çuval dolusu para daha almış. Hancı da yaşlı büyükannesini kendi annesiymiş gibi gömmüş.
Küçük Claus eve vardığında hemen bir çocuğu Büyük Claus’a gönderip bir çuval ölçüsü ödünç istemiş.
“Bu ne böyle?” diye düşünmüş Büyük Claus. “Onu öldürmedim mi? Gidip kendi gözlerimle görmeliyim.”
Böylece Küçük Claus’a gitmiş ve çuval ölçüsünü yanına almış. “Bu kadar parayı nasıl elde ettin?” diye sormuş, komşusunun hazinelerine gözlerini faltaşı gibi açarak bakmış.
“Beni değil, büyükannemi öldürdün,” demiş Küçük Claus. “Bu yüzden onu bir çuval dolusu paraya sattım.”
“Bu gerçekten iyi bir fiyat,” demiş Büyük Claus. Eve gitmiş, bir balta almış ve yaşlı büyükannesini tek bir darbeyle öldürmüş.
Sonra onu bir arabaya koymuş ve kasabadaki eczacıya götürmüş. Eczacıya bir ceset almak isteyip istemediğini sormuş.
“Bu kim ve nereden buldun?” diye sormuş eczacı.
“Bu benim büyükannem,” demiş Büyük Claus. “Bir çuval dolusu para almak için onu öldürdüm.”
“Tanrı bizi korusun!” diye bağırmış eczacı. “Aklını mı kaçırdın? Böyle şeyler söyleme, yoksa kafan kesilir.”
Sonra ona yaptığı bu korkunç şeyi ciddi ciddi anlatmış ve böyle kötü bir adamın kesinlikle cezalandırılacağını söylemiş. Büyük Claus o kadar korkmuş ki eczaneden dışarı fırlamış, arabaya atlamış, atlarını kırbaçlayıp hızlıca eve sürmüş. Eczacı ve diğer insanlar onun deli olduğunu düşünmüş ve nereye isterse sürmesine izin vermiş.
“Bunun bedelini ödeyeceksin,” demiş Büyük Claus, ana yola vardığında. “Ödeyeceksin, Küçük Claus.”
Eve varır varmaz en büyük çuvalını almış ve Küçük Claus’a gitmiş. “Bana yine bir oyun oynadın,” demiş. “Önce bütün atlarımı öldürdüm, sonra yaşlı büyükannemi. Hepsi senin suçun. Ama bir daha beni aptal yerine koyamayacaksın.”
Böylece Küçük Claus’u belinden yakalamış, bir çuvala tıkmış ve omzuna alarak, “Şimdi seni nehre boğacağım,” demiş.
Nehre varmadan önce uzun bir yol gitmesi gerekiyormuş. Küçük Claus’u taşımak da pek hafif değilmiş. Yol kilisenin yanından geçiyormuş. Geçerken orgun çaldığını ve insanların güzelce şarkı söylediğini duyuyormuş.
Büyük Claus, çuvalı kilise kapısının yanına bırakmış ve biraz daha ilerlemeden önce bir ilahi dinlemek iyi olur diye düşünmüş. Küçük Claus çuvaldan çıkamazmış, insanlar da kilisedeymiş. Böylece içeri girmiş.
“Ah, vah,” diye iç çekmiş Küçük Claus çuvalın içinde, dönüp dururken. Ama çuvalı bağlayan ipi çözemiyormuş.
Tam o sırada beyaz saçlı yaşlı bir sığır çobanı geçmiş. Elinde büyük bir sopa varmış, önünde büyük bir sığır ve öküz sürüsü sürüyorlarmış. Sürüsü, Küçük Claus’un içinde olduğu çuvala takılmış ve çuvalı devirmiş.
“Ah, vah,” diye iç çekmiş Küçük Claus. “Çok gencim ama yakında cennete gideceğim.”
“Ben zavallı ise,” demiş çoban, “bu kadar yaşlıyım ama oraya gidemiyorum.”
“Çuvalı aç,” diye bağırmış Küçük Claus. “Benim yerime sen gir,很快就 cennete gidersin.”
“Seve seve,” demiş çoban ve çuvalı açmış. Küçük Claus hemen dışarı fırlamış.
“Sığırlarıma bakar mısın?” demiş yaşlı adam, çuvala girerken.
“Evet,” demiş Küçük Claus. Çuvalı bağlamış ve tüm sığır ve öküzlerle birlikte yürümeye başlamış.
Büyük Claus kiliseden çıktığında çuvalı almış ve omzuna atmış. Çuval hafif gelmiş, çünkü yaşlı çoban Küçük Claus’un yarısı kadar bile ağır değilmiş.
“Şimdi ne kadar hafif görünüyor,” demiş. “Ah, kiliseye gittiğim için herhalde.”
Böylece derin ve geniş nehre yürümüş. Çuvalı, içinde yaşlı çobanla birlikte suya atmış, Küçük Claus olduğunu sanarak. “Orada yat!” diye bağırmış. “Artık bana oyun oynayamazsın.”
Sonra eve dönmek için geri dönmüş. Ama iki yolun kesiştiği bir yere geldiğinde Küçük Claus’u sığırları sürerken görmüş. “Bu nasıl olur?” demiş Büyük Claus. “Seni az önce boğmadım mı?”
“Evet,” demiş Küçük Claus. “Beni yarım saat önce nehre attın.”
“Ama bu güzel hayvanları nereden buldun?” diye sormuş Büyük Claus.
“Bu hayvanlar deniz sığırları,” demiş Küçük Claus. “Sana bütün hikâyeyi anlatacağım ve beni boğduğuna teşekkür ederim. Şimdi senden üstünüm, gerçekten çok zenginim. Çuvalın içinde bağlıyken korktum, tabi ki. Köprüden beni nehre attığında rüzgâr kulaklarımda uğulduyor, hemen dibe battım. Ama kendimi incitmedim, çünkü aşağıda en güzel yumuşak çimlerin üzerine düştüm. Bir anda çuval açıldı ve en tatlı küçük bir kız bana doğru geldi. Kar beyazı elbiseleri vardı, ıslak saçlarında yeşil yapraklardan bir çelenk vardı. Elimi tuttu ve dedi ki, ‘Demek geldin, Küçük Claus. İşte sana başlangıç için birkaç sığır. Yolda bir mil ileride başka bir sürü daha var.’”
Sonra nehri görmüşüm, denizde yaşayan insanlar için büyük bir yol oluşturuyormuş. Denizden karaya, nehrin bittiği yere kadar yürüyor ve sürüyorlarmış. Nehrin yatağı en güzel çiçekler ve tatlı taze çimlerle kaplıymış. Balıklar, havadaki kuşlar gibi hızla yanımdan geçiyormuş. İnsanlar ne kadar yakışıklıymış, tepelerde ve vadilerde otlayan sığırlar ne kadar güzelmiş!”
“Ama neden tekrar yukarı çıktın?” demiş Büyük Claus. “Orası bu kadar güzelse ben çıkmazdım.”
“Eh,” demiş Küçük Claus, “bu benim iyi bir planım. Az önce deniz kızının bana yolda bir mil ileriye gitmemi ve bir sürü sığır daha bulacağımı söylediğini duydun. Yoldan kastı nehirdi, çünkü başka bir yoldan gidemezdi. Ama ben nehrin kıvrımlarını biliyorum, bazen sağa bazen sola dönüyor, bu uzun bir yol gibi geldi. Ben daha kısa bir yol seçtim. Karaya çıkarak ve tarlalardan geçerek nehre geri dönerek yarım mil tasarruf ettim ve sığırlarımı daha çabuk aldım.”
“Ne kadar şanslısın!” diye bağırmış Büyük Claus. “Sence ben de nehre inersem deniz sığırları alır mıyım?”
“Evet, bence alırsın,” demiş Küçük Claus. “Ama seni çuvalda taşıyamam, çok ağırsın. Ancak önce oraya gidersen ve bir çuvala girersen, seni büyük bir zevkle atarım.”
“Teşekkür ederim,” demiş Büyük Claus. “Ama unutma, eğer aşağıda deniz sığırları bulamazsam geri çıkarım ve sana iyi bir dayak atarım.”
“Hayır, şimdi çok sert olma!” demiş Küçük Claus, nehre doğru yürürken.
Nehre yaklaştıklarında çok susamış olan sığırlar akıntıyı görmüş ve içmek için aşağı koşmuş.
“Bak, ne kadar acele ediyorlar,” demiş Küçük Claus. “Tekrar aşağı inmeyi özlemişler.”
“Hadi, yardım et bana, çabuk ol,” demiş Büyük Claus. “Yoksa dayak yersin.”
Böylece bir öküzün sırtında duran büyük bir çuvala girmiş.
“Bir taş koy,” demiş Büyük Claus. “Yoksa batmayabilirim.”
“Ah, bunda korkacak bir şey yok,” demiş Küçük Claus. Yine de çuvala büyük bir taş koymuş, sonra sıkıca bağlamış ve bir itmiş.
“Plump!” Büyük Claus içeri girmiş ve hemen nehrin dibine batmış.
“Korkarım sığır bulamayacak,” demiş Küçük Claus ve sonra kendi hayvanlarını eve sürmüş.