logo
 Korkuyu Öğrenmeye Çıkan Bir Delikanlının Hikâyesi

Korkuyu Öğrenmeye Çıkan Bir Delikanlının Hikâyesi

Özet

Bir babanın iki oğlundan küçük olanı, saf ve beceriksiz bir delikanlıdır; ne bir şey öğrenebilir ne de anlayabilir. Korkuyu öğrenmek istediğini söyleyince babası onu evden gönderir. Delikanlı, korkuyu öğrenmek için bir yolculuğa çıkar ve perili bir şatoda üç gece geçirmeye karar verir. Şatoda hayaletler, canavarlar ve tuhaf olaylarla karşılaşır, ancak hiçbirinden korkmaz. Cesareti sayesinde şatonun lanetini kırar ve kralın kızıyla evlenir. Sonunda, karısının bir hilesiyle soğuk su ve balıklarla uyandırıldığında korkuyu öğrenir ve huzura kavuşur.

Metin

Bir zamanlar bir babanın iki oğlu varmış. Büyük oğul akıllı ve mantıklıymış, her şeyi yapabilirmiş. Ama küçük oğul biraz safmış, ne bir şey öğrenebiliyor ne de bir şey anlayabiliyormuş. İnsanlar onu gördüklerinde, “İşte babasına dert olacak bir çocuk!” diyormuş.
Bir iş yapılması gerektiğinde, her zaman büyük oğul bu işi yapmak zorunda kalıyormuş. Ancak baba, küçük oğluna gece geç saatlerde ya da karanlıkta bir şey getirmesini söylerse ve yol kilise avlusundan ya da ürkütücü bir yerden geçiyorsa, küçük oğul, “Ah, hayır baba, oraya gitmem, tüylerim diken diken oluyor!” diyormuş. Çünkü korkuyormuş.
Bazen geceleri ateş başında korkunç hikayeler anlatıldığında, dinleyenler, “Ah, tüylerimiz diken diken oldu!” diyormuş. Küçük oğul bir köşede oturup diğerleriyle birlikte dinliyormuş ama ne demek istediklerini bir türlü anlayamıyormuş. Kendi kendine, “Herkes ‘Tüylerim diken diken oluyor’ diyor, ama ben bunu hiç hissetmiyorum. Bu da benim bilmediğim bir sanat olmalı!” diye düşünüyormuş.
Bir gün babası ona dönüp, “Beni dinle, köşede oturan çocuk! Büyüyorsun, güçlü bir delikanlı oluyorsun. Sen de bir şeyler öğrenmelisin ki ekmeğini kazanabilesin. Bak, ağabeyin nasıl çalışıyor, ama sen bir tutam tuzunu bile hak etmiyorsun!” demiş.
Küçük oğul, “Peki baba,” diye cevap vermiş, “bir şeyler öğrenmeye hazırım. Hatta mümkünse, tüylerimin diken diken olmasını öğrenmek isterim. Henüz bunu hiç anlamadım.”
Büyük oğul bunu duyunca gülümsemiş ve içinden, “Aman Tanrım, ne kadar da saf bir kardeş bu! Ömrü boyunca bir işe yaramayacak. İnsan, orak olmak istiyorsa zamanında eğilmeyi bilmeli!” diye düşünmüş.
Baba iç çekerek, “Yakında tüylerinin diken diken olması ne demek öğrenirsin, ama bu sana ekmek kazandırmaz!” demiş.
Kısa bir süre sonra kilise görevlisi ziyarete gelmiş. Baba, derdini anlatmış ve küçük oğlunun her konuda geri olduğunu, hiçbir şey bilmediğini ve öğrenemediğini söylemiş. “Düşün ki,” demiş, “ona ekmeğini nasıl kazanacağını sorduğumda, tüylerinin diken diken olmasını öğrenmek istediğini söyledi!”
Görevli, “Eğer mesele buysa,” diye cevap vermiş, “bunu benden öğrenebilir. Onu bana gönder, ben onu bir güzel eğitirim.”
Baba bu fikre sevinmiş, çünkü “Bu çocuk biraz disiplin görür,” diye düşünmüş. Böylece görevli, küçük oğlu evine almış ve ona kilise çanını çalmayı öğretmesi gerekmiş.
Bir iki gün sonra, görevli gece yarısı onu uyandırmış ve “Kalk, kilise kulesine çık ve çanı çal!” demiş. İçinden de, “Bakalım tüylerin diken diken olacak mı!” diye düşünmüş. Gizlice ondan önce kuleye çıkmış. Çocuk kuleye vardığında, dönüp çan ipini tutmak üzereyken, merdivenlerin karşısında, çan deliğinin yanında beyaz bir şekil görmüş.
“Kim var orada?” diye bağırmış, ama şekil cevap vermemiş, kıpırdamamış bile.
“Bir cevap ver!” diye tekrar bağırmış çocuk, “Yoksa defol git, geceleri burada işin ne!”
Ancak görevli, çocuğun onu bir hayalet sanması için kıpırdamadan duruyormuş. Çocuk ikinci kez bağırmış: “Burada ne istiyorsun? Eğer dürüst biriysen konuş, yoksa seni merdivenlerden aşağı atarım!”
Görevli, “Bu kadar ileri gitmez herhalde,” diye düşünmüş ve yine ses çıkarmadan taş gibi durmuş.
Çocuk üçüncü kez bağırmış. Yine cevap alamayınca, üzerine koşmuş ve hayaleti merdivenlerden itmiş. Hayalet on basamak aşağı yuvarlanmış ve bir köşede öylece kalmış.
Sonra çocuk çanı çalmış, eve dönmüş, hiçbir şey söylemeden yatağına yatmış ve uyuyakalmış.
Görevlinin karısı kocasını uzun süre beklemiş, ama adam dönmemiş. Sonunda endişelenmiş, çocuğu uyandırmış ve “Kocam nerede, biliyor musun? Sendeki kuleye çıkmıştı,” diye sormuş.
“Bilmiyorum,” demiş çocuk, “ama merdivenlerin diğer tarafında, çan deliğinin yanında biri duruyordu. Ne cevap verdi ne de gitti. Ben de onu bir hain sanıp merdivenlerden aşağı attım. Git bak, o muydu bilmiyorum. Eğer oyduysa çok üzülürüm.”
Kadın hemen koşmuş ve kocasını bir köşede inleyerek yatarken bulmuş. Adamın bacağı kırılmış. Kadın onu aşağı taşımış ve sonra yüksek sesle bağırarak çocuğun babasına koşmuş. “Senin oğlun,” diye bağırmış, “büyük bir felakete sebep oldu! Kocamı merdivenlerden aşağı attı, bacağı kırıldı. Bu işe yaramaz çocuğu evimizden çıkar!”
Baba dehşete kapılmış, hemen oraya koşmuş ve çocuğa kızmış. “Bu ne biçim yaramazlık?” demiş, “Şeytan mı soktu aklına bunları?”
“Baba,” diye cevap vermiş çocuk, “lütfen beni dinle. Ben masumum. Gece vakti orada öyle duruyordu, sanki kötü bir şey yapacakmış gibi. Kim olduğunu bilmiyordum, üç kez ya konuşmasını ya da gitmesini söyledim.”
“Ah,” demiş baba, “Seninle sadece mutsuzluk yaşıyorum. Gözümden uzak ol! Artık seni görmek istemiyorum.”
“Peki baba, memnuniyetle,” demiş çocuk, “sadece gün doğmasını bekle. Sonra çıkar giderim ve tüylerimin diken diken olmasını öğrenirim. Böylece en azından beni geçindirecek bir sanatım olur.”
“Ne öğrenirsen öğren,” demiş baba, “bana fark etmez. İşte sana elli taler. Al bunları ve geniş dünyaya git. Kimseye nerden geldiğini ya da babanın kim olduğunu söyleme. Senin yüzünden utanmak zorundayım.”
“Tamam baba, dediğin gibi olsun. Eğer başka bir şey istemiyorsan, bunu kolayca aklımda tutarım,” demiş çocuk.
Gün doğduğunda, çocuk elli taleri cebine koymuş ve büyük yola çıkmış. Kendi kendine sürekli, “Ah, keşke tüylerim diken diken olsa! Keşke tüylerim diken diken olsa!” diyormuş.
O sırada bir adam yaklaşmış ve çocuğun kendi kendine konuştuğunu duymuş. Biraz daha yürüdüklerinde, darağacını görebilecekleri bir yere gelmişler. Adam, “Bak, orada yedi adam ipçinin kızıyla evlenmiş ve şimdi uçmayı öğreniyor. Altına otur ve geceyi bekle, tüylerinin diken diken olmasını hemen öğrenirsin,” demiş.
“Eğer mesele sadece buysa,” demiş genç, “kolayca yaparım. Ama eğer tüylerim bu kadar çabuk diken diken olursa, elli talerimi sana veririm. Yarın sabah erkenden bana geri dön.”
Sonra genç darağacına gitmiş, altına oturmuş ve akşamı beklemeye başlamış. Üşüdüğü için bir ateş yakmış. Ancak gece yarısı öyle sert bir rüzgar esmiş ki, ateşe rağmen ısınamamış.
Rüzgar, asılı adamları birbirine çarptırıyor, onlar da ileri geri sallanıyormuş. Genç kendi kendine, “Ben burada ateşin yanında titriyorum, yukarıdakiler kim bilir nasıl üşüyor ve acı çekiyor!” diye düşünmüş.
Onlara acıdığı için merdiveni kaldırmış, yukarı tırmanmış, birer birer yedi adamı çözmüş ve hepsini aşağı indirmiş. Sonra ateşi harlamış, üflemiş ve onları ateşin etrafına oturtmuş ki ısınsınlar. Ama onlar kıpırdamadan oturmuş, ateş kıyafetlerini tutuşturmuş.
Genç, “Dikkat edin, yoksa sizi tekrar asarım!” demiş. Ancak ölü adamlar onu duymamış, sessizce oturmuş ve paçavralarının yanmasına izin vermiş.
Bu duruma sinirlenen genç, “Eğer dikkat etmezseniz size yardım edemem, sizinle birlikte yanmak istemiyorum!” demiş ve onları teker teker tekrar asmış.
Sonra ateşinin yanına oturmuş ve uyuyakalmış. Ertesi sabah adam gelmiş ve elli taleri almak istemiş. “Ee, tüylerin diken diken olmayı öğrendin mi?” diye sormuş.
“Hayır,” demiş genç, “nasıl öğrenebilirim ki? Yukarıdakiler ağızlarını bile açmadı, o kadar aptaldılar ki üzerlerindeki birkaç eski paçavranın yanmasına izin verdiler.”
Adam, o gün elli taleri alamayacağını anlamış ve “Böyle bir gençle daha önce hiç karşılaşmadım!” diyerek oradan ayrılmış.
Genç de yoluna devam etmiş ve yine kendi kendine, “Ah, keşke tüylerim diken diken olsa! Ah, keşke tüylerim diken diken olsa!” diye mırıldanmaya başlamış.
Arkasında yürüyen bir arabacı bunu duymuş ve “Sen kimsin?” diye sormuş.
“Bilmiyorum,” diye cevap vermiş genç.
Arabacı, “Nereden geliyorsun?” diye sormuş.
“Bilmiyorum,” demiş genç.
“Baban kim?” diye sormuş arabacı.
“Bunu sana söyleyemem,” demiş.
“Dişlerinin arasında sürekli ne mırıldanıyorsun?” diye sormuş arabacı.
“Ah,” demiş genç, “tüylerimin diken diken olmasını öyle çok istiyorum ki, ama kimse bana bunu öğretemiyor.”
“Yeter bu saçma sapan konuşmaların,” demiş arabacı. “Hadi, benimle gel, sana bir yer bulurum.”
Genç, arabacıyla birlikte gitmiş. Akşam bir hana varmışlar ve geceyi orada geçirmek istemişler. Salona girerken genç yine yüksek sesle, “Ah, keşke tüylerim diken diken olsa! Keşke tüylerim diken diken olsa!” demiş.
Bunu duyan hancı gülmüş ve “Eğer istediğin buysa, burada güzel bir fırsatın olabilir,” demiş.
“Ah, sus!” demiş hancının karısı, “Bir sürü meraklı insan hayatını kaybetti. Böylesine güzel gözlerin bir daha gün ışığını görmemesi yazık olur!”
Ama genç, “Ne kadar zor olursa olsun, bunu öğreneceğim. Zaten bunun için yola çıktım!” demiş.
Hancıya rahat vermemiş, sonunda hancı ona yakınlarda perili bir kale olduğunu söylemiş. Eğer biri üç gece boyunca o kalede beklerse, tüylerinin diken diken olmasını çok kolay öğrenebilirmiş.
Kral, bu cesareti gösteren kişiye kızını eş olarak vereceğini vaat etmiş. Kız, güneşin aydınlattığı en güzel genç kızmış. Ayrıca kalede, kötü ruhlar tarafından korunan büyük hazineler varmış. Bu hazineler serbest bırakıldığında, fakir bir adamı yeterince zengin edermiş.
Zaten birçok adam kaleye girmiş, ama henüz kimse geri çıkamamış.
Ertesi sabah genç, kralın huzuruna çıkmış ve “İzin verirseniz, perili kalede üç gece beklemek istiyorum,” demiş.
Kral ona bakmış ve gençten hoşlanmış. “Kaleye yanına üç şey alabilirsin, ama bunlar canlı olmayan şeyler olmalı,” demiş.
Genç, “O halde bir ateş, bir torna tezgahı ve bir kesme tahtası ile bıçak istiyorum,” diye cevap vermiş.
Kral, gün içinde bu eşyaları kaleye taşıtmış. Gece yaklaşırken genç kaleye çıkmış, bir odada parlak bir ateş yakmış, kesme tahtasını ve bıçağı yanına koymuş, torna tezgahının yanına oturmuş.
“Ah, keşke tüylerim diken diken olsa,” demiş, “ama sanırım burada da öğrenemeyeceğim.”
Gece yarısına doğru ateşini karıştırmak üzereyken, bir köşeden birdenbire bir ses gelmiş: “Au, miyav! Ne kadar üşüyoruz!”
“Siz aptallar!” diye bağırmış genç, “Ne diye ağlıyorsunuz? Eğer üşüyorsanız, gelin ateşin yanına oturun ve ısın!”
Bunu söyler söylemez, iki büyük siyah kedi büyük bir sıçrayışla gelmiş, iki yanına oturmuş ve alev alev yanan gözleriyle ona vahşice bakmış.
Kısa bir süre sonra ısındıklarında, “Yoldaş, bir iskambil oyunu oynayalım mı?” diye sormuşlar.
“Neden olmasın,” demiş genç, “ama önce pençelerinizi gösterin bana.”
Kediler pençelerini uzatmış. “Oh,” demiş genç, “ne uzun tırnaklarınız var! Durun, önce bunları kesmeliyim.”
Sonra kedileri boğazlarından yakalamış, kesme tahtasına koymuş ve ayaklarını sıkıca bağlamış. “Parmaklarınıza baktım,” demiş, “ve iskambil oynamak istemiyorum artık.” Ardından kedileri öldürmüş ve suya atmış.
Ama bu ikisini ortadan kaldırdıktan sonra tekrar ateşinin yanına oturmak üzereyken, her delikten ve köşeden siyah kediler ve kırmızı sıcak zincirli siyah köpekler çıkmış. O kadar çoklarmış ki genç kıpırdayamaz olmuş. Korkunç bir şekilde uluyorlarmış, ateşe tırmanıp onu parçalamış ve söndürmeye çalışmışlar.
Genç bir süre onları sessizce izlemiş, ama sonunda çok ileri gittiklerinde bıçağını kapmış ve “Defolun, haşerat!” diye bağırmış, sonra onları kesmeye başlamış. Bazıları kaçmış, diğerlerini öldürmüş ve balık havuzuna atmış.
Geri döndüğünde ateşinin közlerini tekrar üflemiş ve kendini ısıtmış. Otururken gözleri artık açık kalmamış ve uyumak istemiş.
Etrafta bakınırken köşede büyük bir yatak görmüş. “İşte tam bana göre!” demiş ve yatağa girmiş.
Tam gözlerini kapatacakken, yatak kendi kendine hareket etmeye başlamış ve bütün kale içinde dolaşmış. “İşte bu güzel,” demiş genç, “ama daha hızlı git!”
Sonra yatak, sanki altı at çekiyormuş gibi hızlanmış, yukarı aşağı, eşiklerden ve merdivenlerden geçmiş. Ama birden hop hop, ters dönmüş ve genç bir dağ gibi altında kalmış.
Genç yorganları ve yastıkları havaya fırlatmış, çıkmış ve “Artık isteyen binsin!” demiş. Sonra ateşinin yanına yatmış ve gün doğana kadar uyumuş.
Sabah kral gelmiş ve genci yerde yatarken görünce, kötü ruhların onu öldürdüğünü ve öldüğünü sanmış. “Yine de yazık oldu,” demiş, “böylesine yakışıklı bir adama.”
Genç bunu duymuş, ayağa kalkmış ve “Henüz o kadar olmadı!” demiş.
Kral şaşırmış ama çok sevinmiş ve nasıl geçtiğini sormuş. “Çok iyi geçti,” demiş genç, “bir gece bitti, diğer iki gece de geçer.”
Sonra hancıya gitmiş. Hancı gözlerini faltaşı gibi açmış ve “Seni bir daha canlı göreceğimi hiç düşünmemiştim! Tüylerin diken diken olmayı öğrendin mi?” diye sormuş.
“Hayır,” demiş genç, “hepsi boşuna. Keşke biri bana bunu anlatabilse!”
İkinci gece yine eski kaleye çıkmış, ateşinin yanına oturmuş ve eski şarkısını söylemeye başlamış: “Ah, keşke tüylerim diken diken olsa!”
Gece yarısı olduğunda, bir gürültü ve patırtı duyulmuş. Önce hafifmiş, ama sonra gittikçe yükselmiş.
Sonra bir süre sessizlik olmuş ve sonunda yüksek bir çığlıkla yarım bir adam bacadan aşağı düşmüş ve gencin önüne inmiş. “Hey,” demiş genç, “bunun diğer yarısı da olmalı. Bu kadarı yetmez!”
Sonra gürültü tekrar başlamış, bir kükreme ve uluma duyulmuş ve diğer yarısı da aşağı düşmüş. “Bekle,” demiş genç, “senin için ateşi biraz harlayayım.”
Bunu yapıp tekrar etrafına baktığında, iki parça birleşmiş ve korkunç bir adam gencin yerinde oturuyormuş. “Bu anlaşmamızın bir parçası değil,” demiş genç, “bu sıra benim!”
Adam onu itmek istemiş, ama genç buna izin vermemiş, bütün gücüyle onu itmiş ve tekrar kendi yerine oturmuş.
Sonra birbiri ardına daha fazla adam düşmüş. Dokuz ölü adam bacağı ve iki kafatası getirmişler, bunları dizip dokuz kukalı oyun oynamışlar. Genç de oynamak istemiş ve “Dinleyin, size katılabilir miyim?” diye sormuş.
“Evet, eğer paran varsa,” demişler.
“Bolca param var,” demiş genç, “ama toplarınız tam yuvarlak değil.”
Sonra kafataslarını almış, torna tezgahına koymuş ve yuvarlak olana kadar döndürmüş. “İşte, şimdi daha iyi yuvarlanacaklar,” demiş. “Hadi, şimdi eğlenelim!”
Onlarla oynamış ve biraz para kaybetmiş, ama saat on ikiyi vurduğunda her şey gözünden kaybolmuş. Genç yatmış ve sessizce uyuyakalmış.
Ertesi sabah kral gelip sormuş: “Bu sefer nasıl geçti?”
“Dokuz kukalı oynadım,” demiş genç, “ve birkaç kuruş kaybettim.”
“Peki, tüylerin diken diken olmadı mı?”
“Ne?” demiş genç, “Harika vakit geçirdim. Keşke tüylerimin diken diken olması ne demek bilseydim!”
Üçüncü gece yine sırasına oturmuş ve üzgün bir şekilde, “Ah, keşke tüylerim diken diken olsa!” demiş.
Geç olduğunda, altı uzun boylu adam gelmiş ve bir tabut getirmiş. Genç, “Ha ha, bu kesinlikle birkaç gün önce ölen küçük kuzenim!” demiş ve parmağıyla işaret ederek, “Gel, küçük kuzenim, gel!” diye bağırmış.
Tabutu yere koymuşlar, ama genç yanına gitmiş, kapağı açmış ve içinde bir ölü adam yatıyormuş. Yüzünü hissetmiş, ama buz gibi soğukmuş. “Bekle,” demiş, “seni biraz ısıtayım,” ve ateşe gidip elini ısıtmış, sonra ölü adamın yüzüne koymuş, ama adam soğuk kalmış.
Sonra onu çıkarmış, ateşin yanına oturmuş, göğsüne yatırmış ve kollarını ovmuş ki kanı dolaşsın. Bu da işe yaramayınca, “İki kişi yatakta yattığında birbirini ısıtır,” diye düşünmüş ve onu yatağa taşımış, üstünü örtmüş ve yanına yatmış.
Kısa bir süre sonra ölü adam ısınmış ve hareket etmeye başlamış. Genç, “Bak, küçük kuzenim, seni ısıtmadım mı?” demiş.
Ancak ölü adam ayağa kalkmış ve “Şimdi seni boğacağım!” diye bağırmış.
“Ne?” demiş genç, “Bana böyle mi teşekkür ediyorsun? Hemen tabutuna geri dön!” ve onu kaldırmış, tabuta atmış ve kapağı kapatmış.
Sonra altı adam gelmiş ve tabutu tekrar götürmüş. “Tüylerimi diken diken etmeyi başaramıyorum,” demiş genç. “Burada ömrüm boyunca bunu öğrenemeyeceğim.”
O sırada diğerlerinden daha uzun boylu ve korkunç görünen bir adam içeri girmiş. Yaşlıymış ve uzun beyaz bir sakalı varmış. “Seni sefil yaratık,” diye bağırmış, “yakında tüylerinin diken diken olması ne demek öğreneceksin, çünkü öleceksin!”
“Acele etme,” demiş genç, “Eğer öleceksem, buna bir sözüm olmalı.”
“Seni hemen yakalayacağım,” demiş şeytan.
“Yavaş, yavaş, öyle büyük konuşma,” demiş genç. “Ben senin kadar, belki de senden daha güçlüyüm.”
“Görelim bakalım,” demiş yaşlı adam. “Eğer daha güçlüyysen, seni bırakırım. Hadi, deneyelim.”
Sonra onu karanlık geçitlerden bir demirci ocağına götürmüş, bir balta almış ve tek bir vuruşla örsü yere çakmış. “Ben bundan daha iyisini yapabilirim,” demiş genç ve diğer örse gitmiş.
Yaşlı adam yakına gelmiş ve izlemek istemiş, beyaz sakalı aşağı sarkıyormuş. Genç baltayı kapmış, tek bir vuruşla örsü ikiye ayırmış ve yaşlı adamın sakalını içine sıkıştırmış. “Şimdi seni yakaladım,” demiş genç. “Şimdi ölme sırası sende!”
Sonra bir demir çubuk almış ve yaşlı adamı dövüp inleyene ve durması için yalvarana kadar vurmuş. Yaşlı adam ona büyük zenginlikler vereceğini söylemiş. Genç baltayı çıkarmış ve onu serbest bırakmış.
Yaşlı adam onu kaleye geri götürmüş ve bir bodrumda üç sandık dolusu altın göstermiş. “Bunlardan,” demiş, “bir kısmı fakirlere, bir kısmı krala, üçüncüsü de sana.”
O sırada saat on ikiyi vurmuş ve ruh kaybolmuş, genç karanlıkta kalmış. “Yine de yolumu bulabilirim,” demiş ve etrafı yoklayarak odaya geri dönmüş, ateşinin yanında uyumuş.
Ertesi sabah kral gelmiş ve “Şimdi tüylerinin diken diken olması ne demek öğrenmiş olmalısın,” demiş.
“Hayır,” demiş genç, “ne olabilir ki? Ölü kuzenim buradaydı ve sakallı bir adam gelip aşağıda bana çok para gösterdi, ama kimse bana tüylerimin diken diken olması ne demek anlatmadı.”
“Öyleyse,” demiş kral, “kaleyi kurtardın ve kızımla evleneceksin.”
“Bu çok güzel,” demiş genç, “ama yine de tüylerimin diken diken olması ne demek bilmiyorum.”
Sonra altınlar yukarı taşınmış ve düğün yapılmış. Ancak genç kral karısını ne kadar çok severse sevsin, ne kadar mutlu olursa olsun, sürekli, “Ah, keşke tüylerim diken diken olsa! Keşke tüylerim diken diken olsa!” diyormuş.
Bu sonunda karısını kızdırmış. Hizmetçisi, “Ona bir çare bulacağım, yakında tüylerinin diken diken olması ne demek öğrenecek!” demiş. Bahçeden geçen dereye gitmiş ve bir kova dolusu küçük balık getirtmiş.
Gece genç kral uyurken, karısı üstündeki örtüleri çekmiş ve bir kova dolusu soğuk suyu, içinde küçük balıklarla birlikte üzerine dökmüş. Balıklar etrafında zıplamaya başlamış.
Genç kral uyanmış ve bağırmış: “Ah, neden böyle tüylerim diken diken oluyor! Neden böyle tüylerim diken diken oluyor, sevgili karıcığım! Ah! Şimdi tüylerimin diken diken olması ne demek biliyorum!”